1999 Man Booker Roman Ödülü
1999 İngiliz Uluslar Topluluğu Edebiyat Ödülü
2003 Nobel Edebiyat Ödülü
J.M. Coetzee, 1999 Booker Roman Ödülü'nü alan etkileyici romanı Utanç'ta şiddetli, yoğun bir dönüşüm geçirmekte olan bir toplumun, yeni Güney Afrika'nın öyküsünü anlatıyor. İki kez evlenip boşanmış, bir kız babası olan, elli iki yaşındaki Profesör Lurie'nin öyküsünde, hem siyasal hem de kişisel dönüşümler, değişimler yaşayan sancılı bir toplumun insanını tanıtıyor. Bir kız öğrencisiyle girdiği ilişki sonucu okulundan ayrılmak zorunda kalan Profesör Lurie'yi arkadaşları dışlıyor, eski karısı da alaya alıyor. Lurie, kızı Lucy'nin çiftliğine sığınıyor, elinde kalan tek insancıl ilişki kızı ile olanıdır. Lucy'nin koşullarına ve ırk ayrımının yeni boyutlar aldığı bir topluma uyum sağlamak yolunda inançsızca sürdürdüğü çabaları, bir öğle sonrası kızıyla birlikte yaşadığı vahşi bir saldırıyla kesintiye uğruyor. Acımasız bir dürüstlükle yazan J.M. Coetzee, okura yumuşak bir roman sunmuyor, sert bir öykü anlatıyor, ama güçlü ve inanılmaz güzellikte, hem keyifli, hem kasvetli bir öykü. Baştan sona gereksiz tek bir sözcük ya da cümle içermeyen Utanç, Profesör David Lurie'nin düşüşünü anlatırken, daha ilk satırından kıskıvrak yakalıyor okuru. Lurie'nin kişisel öyküsüyle Güney Afrika'nın öyküsü iç içe geçiyor; beyazıyla siyahıyla bütün Afrikalıların uydukları kuralların tümü tersine dönüyor, çarpıtılıyor. Utanç, aslında insan olmanın ne anlama geldiğini araştırıyor. J.M. Coetzee, insanın içine işleyen gerçekleri yalın ama vurucu bir üslupla dile getirirken yaşayan en iyi romancılardan biri olmayı da hak ediyor.
Islah olmaya hazır değilim. Kendim olmaya devam etmek istiyorum.
Tecavüz değil, tam olarak değil, ancak yine de arzulanmayan bir şey, hiç mi hiç arzulanmayan bir şey. Sanki kız her şey olup biterken kendini salıvermeye ve tilkinin ensesini dişlediği bir tavşan gibi kıpırtısız kalmaya karar vermiş. Sanki böyle yaparsa, başına gelecek her şey kendinden uzakta yapılacakmış gibi.
Adamlar televizyonları izleyip söylentileri dinleyecekler. Gazetelerde, hırsızlık ve saldırı suçuyla arandıklarını okuyacaklar, başka bir şey için değil. Kadının bedeninin üzerine suskunluğun bir örtü gibi çekildiğini anlayacaklar. Çok utanıyor, diye düşünecekler, anlatmaya utanıyor ve yaşadıkları serüveni hatırlayıp keyifle gülecekler. Lucy bu zaferi onlara tattırmaya razı mı?
Tarafsız gözle bakıldığında ben yalnız bir kadınım. Erkek kardeşim yok. Bir babam var ama uzakta, ayrıca burada geçerli olan koşullar göz önüne alındığında, güçsüz. Sığınmak için, korunmak için kime başvurabilirim.
Öğretmenliği sürdürüyor, çünkü geçimini bu yoldan sağlıyor; aynı zamanda ders vermek, ona alçakgönüllü olmayı öğretiyor, dünyadaki yerinin ne olduğunu anlatıyor. Bu konudaki ironi gözünden kaçmıyor: Bir şey öğretmeye gelen kişi, en ser dersi alıyor, bir şey öğrenmeye gelenlerse hiçbir şey öğrenmiyorlar.
Çocukluğu, kadınlarla dolu bir ailede geçmişti. Annesi, teyzeleri, kız kardeşleri birer birer ölünce onların yerini metresler, eşler ve bir kız evlat almıştı. Kadınlarla yaşamak onu kadınsever biri yapmıştı; hatta neredeyse kadın düşkünü olmuştu. (…)Bir kadına belli bir biçimde, belli bir amaçla bakınca kadın, onun bakışına karşılık verirdi; hiç şaşmazdı. Hep böyle yaşamıştı; yıllarca, onyıllarca, yaşamının temel direği buydu.
Sonra, günün birinde bütün bunlar sona ermişti. Hiçbir uyarıda bulunmadan, bütün gücü silinip gitmişti. Bir zamanlar bakışlarına karşılık veren bakışlar, üzerinde durmuyor, başka yana kayıyor, onu görmeden geçiyordu. Bir gecede hayalet olmuştu. Bir kadını isterse onun peşinden gitmeyi, hatta çoğu kez, şu ya da bu biçimde, onu satın almayı da öğrenmesi gerekiyordu.
Telaş ve kaygı içinde, gelişigüzel cinsel ilişkiler yaşamaya başladı. Meslektaşlarının eşleriyle düşüp kalktı; deniz kıyısındaki barlarda ya da Club Italia’da turistlere yanaştı; fahişelerle yattı.
Şiir insanı ya ilk anda etkiler ya da hiç etkilemez. Bir anda zihinde ışık çakar ve bir anda karşılık verirsin. Şimşek çakışı gibi. Aşık olmak gibi.
David, hoş görünmek için çaba harcamayan kadınlardan hiç hoşlanmaz. (…) Gururlanılacak şey değil bu; kafasına çöreklenmiş, yerleşmiş bir önyargı. Zihni, gidecek yeri olmayan boş, yavan düşüncelerin sığınağı olmuş. Onları dışarı atmalı, zihnini temizlemeli. Ama bunu yapmak gelmiyor içinden ya da yeterince gelmiyor.
Benim davam, arzunun hakları üzerine kurulu
İnsanın bir şeylere sahip olması çok riskli: bir arabaya, bir çift ayakkabıya, bir paket sigaraya. Yeterli şey yok, arabalar yetersiz, ayakkabılar yetersiz, sigara yetersiz. İnsan çok, mal az. Olan şeyler dolaşıma girmeli, böylece herkes bir günlüğüne mutlu olma fırsatı bulabilir. Kuram bu işte; kuramı uygula, getirdiği rahatlıkları kullan. İnsanların kötülüğü olmayacak; yalnızca büyük bir dolaşım sistemi olacak, acıma ya da terör bu sistemi etkilemeyecek. Bu ülkedeki yaşam böyle görülmeli, yani şematik açıdan. Yoksa çıldırır insan. Arabalar, ayakkabılar; bir de kadınlar var. Bu sistemde kadınlara ve onların başına gelenlere de bir bölüm ayrılmalı.
İnsan yaşıyorsa her şey yolunda demektir.
Ara sıra kandırılamayan köpekler olursa, bunun nedeni David’in varlığı; yanlış koku salgılıyor (İnsanın düşüncesinin kokusunu alabilirler), utanmanın kokusunu.
Bugünü unutmamalıyım diye düşünüyor David, tükenmiş, yan yana yatarlarken. Melanie Isaacs’ın tatlı, genç bedeninden sonra geldiğim yere bakın. Alışmam gereken işte, bu, hatta daha da aşağısı.
Etrafımda huzur istiyorum. Huzur olması için her şeyi yapmaya, her türlü özveride bulunmaya hazırım.
Demek erkeklere hiçbir sınır tanımadan içgüdülerine uymaları için izin verilmeli, öyle mi? Alınacak ahlak dersi bu mu?