Aspidistrayı görünce bir acı duydu Gordon. Burada bile, bu son sığınağında bile! Beni buldun mu, eyy düşmanım? Ancak bu pek canlı bir aspidistra değildi – hatta görünüşe bakılırsa ölüyordu.
İnsanlar onu rahat bıraksaydı burada mutlu olabilirdi Gordon. İnsanın mutlu olabileceği – sürtük kadın gibi, dişi köpek gibi mutlu olabileceği bir yerdi. Bütün gününü anlamsız mekanik işlerle geçir, bir çeşit yarı-ölü durumda ne yaptığını bilmeden şapşal şapşal çalış; sonra eve gel, kömürün varsa (bakkalda altı penilik torbalar halinde satılıyordu) şömine yak, basık küçük tavan arasını ısıt; yağ-ekmek-pastırmadan oluşan sefil bir akşam yemeği tıkın, çay iç, kafesin ardındaki gaz alevinde pişirdiğin çayı iç; dağınık yatağına uzan, bir polisiye oku, ya da gece yarılarına dek Tit Bits’teki bulmacaları çöz; işte böyle bir yaşantı istiyordu. Bütün alışkanlıkları hızla yok oluyordu. Bu sıralarda en fazla haftada üç kez tıraş oluyordu ve bedeninin sadece görünen kısımlarını yıkıyordu. Yakınlarda iyi hamamlar vardı, ama bunlara olsa olsa ayda bir gidiyordu. Yatağını doğru dürüst düzeltmiyordu, sadece çarşafları ters çeviriyordu, kabını kacağını ikişer kez kullandıktan sonra yıkıyordu. Her şeyin üzerinde bir toz tabakası vardı. Gaz alevini örten ızgaranın üzerinde her zaman yağlı bir tava ve yumurta artıklarıyla kaplı bir iki tabak dururdu. Bir gece duvardaki çatlakların birinden böcekler çıkmış, tavandan ikişer ikişer yürüyerek ilerlemişlerdi. Gordon yatağında uzanmış, ellerini başının altına koymuş, ilgiyle onları izliyordu. Hiç kaygılanmadan, neredeyse bilerek isteyerek kendini mahvediyordu. Bütün bu duyguların altında, bir tembellik, dünyaya karşı bir bananecilik yatıyordu. Yaşam onu yenmişti, yumruğunu indirmişti; ama sen de başını başka tarafa çevirerek yaşamı yenebilirdin. Yükselmektense batmak iyidir. Aşağı, doğru hayaletler krallığına, utanç, çaba, edep ve nezaketin bulunmadığı gölgeler dünyasına!
Ona göre kitap tıpkı kullanılmış pantolon gibi tam anlamıyla bir ticaret nesnesiydi. Kendisi hayatında hiçbir kitap okumamıştı – okumadığı gibi insanın neden böyle bir şey yapmak isteyebileceğini de havsalası almıyordu. Elindeki antika kitapları adeta burunlarını sayfalara dayayarak sevgiyle okuyan koleksiyonculara karşı, cinsel açıdan soğuk bir fahişenin müşterisine yaklaşımıyla kıyaslanabilecek bir davranış içindeydi. Bununla birlikte, kitaba şöyle bir dokunmakla değerli olup olmadığını anlıyordu. Kafası, müzayede fiyatları ve ilk baskı tarihleri konusunda kusursuz bir cevherdi, ayrıca pazarlıkta üstüne yoktu. (Bay Cheeseman)
Hiçbir zaman çalışmak istemiyordu artık; istediği tek şey batmak, batmak, hiç çaba harcamadan çamurlara gömülmekti.
“Kendini bırakıyorsun,” dedi Rosemary acı acı. “Bir çaba göstermek istemiyorsun. Batmak istiyorsun – sadece batmak!”
“Bilmem, belki. Yükselmektense batmayı yeğlerim.”
Pencerenin önünde oturmuş dışarı bakıyordu. Sokaklar tenhaydı; boz beyaz gökyüzü bir daha asla mavi olmayacakmış gibiydi; çıplak ağaçlar, yavaş yavaş ağlıyorlardı. Komşu sokaktan kömürcünün ağlamaklı sesi geliyordu. Noel’e sadece iki hafta vardı. Yılın bu günlerinde işten atılmak hoştu doğrusu! Ama bu düşünce onu korkutmaktan çok sıkıyordu. Sarhoşluktan sonra hissedilen o garip tembellik, gözlerinin ardındaki ağırlık, hiçbir zaman geçmeyecekmiş gibi geldi ona. Yeni bir iş arama düşüncesi, yoksulluk düşüncesinden bile fazla sıkıyordu canını. Ayrıca, zaten bir başka iş bulamazdı. Bugünlerde iş bulmak zordu. Aşağılara, aşağılara, işsizlerin yeraltı dünyasına, aşağı, aşağı, Tanrı bilir hangi pislik, açlık ve boşunalık derinliklerinin dibine iniyordu. En çok da bütün bu süreci mümkün olduğu kadar az olaylı ve az çabalı olarak atlatmayı istiyordu.
Metro, yeryüzünün orta yerinden kayıp gidiyordu. İmgeleminde bir Londra vardı, bir Batı dünyası vardı; para tahtının etrafında var gücüyle çalışan, sürünen yüz milyon köle görüyordu. Toprak sürülüyor, gemiler seyrediyor, madenciler yeraltındaki ıslak tünellerde ter döküyor, memurlar patronları ciğerlerini sökmesin diye sekiz on beş trenine yetişmek için koşturuyorlardı. Bunlar karılarıyla yataklarında yatarken bile titriyor ve itaat ediyorlardı. Kime itaat? Para papazlığına, dünyanın pembe suratlı efendilerine. Üstteki kabuk tabakasına. Bin altınlık otomobillerde ne yaptıklarını bilmeyen cila parlaklığında genç tavşanlara, adalet mahkemesi avukatları ve çıtkırıldım Nancy erkeklere, bankerlere, gazete üstatlarına, dört cinsten romancılara, Amerikan boksörlerine, bayan pilotlara, film yıldızlarına, piskoposlara, ünlü ozanlara ve Chicago gorillerine
Anlamıyor musun, insanın cebinde parası yoksa, tam bir insan değildir –yani kendini insan olarak kabul etmez.
Elbette bütün kadınlar aynı! Bir kadın güvenli bir gelir, iki bebek, Putney’de bir ikiz villayla penceresinde aspidistra saksısından başka ne ister?”
“Kadınlarda, paraya karşı mistik bir duygu vardır. Kadının kafasına göre iyi ve kötü, sadece para ve parasızlık demektir.”