Tyler, bağıra çağıra, bir gramı altından daha çok para eden o parfümü yapmak için balinaların nasıl öldürüldüğünü anlatmaya başlar. Çoğu insan hayatında hiç balina görmemiştir. Otoyola bakan bir evde Leslie'nin iki çocuğu vardır ve ev sahibesi madam, tuvalet tezgâhının üstündeki şişelere bizlerin bir senede kazanabildiğinden daha çok para dökmüştür.
"Anlaman gereken şu," diyor Tyler. "Tarihteki ilk sabun kahramanlardan yapılmıştır."
Ürün testlerinde kullanılan hayvanları düşün.
Uzaya fırlatılan maymunları düşün.
"Onlar ölmeseydi," diyor Tyler, "onlar acı çekmese, onlar kurban edilmeseydi, bugün hiçbir şeyimiz olmazdı."
Marla polislerin arkasından bağırıyor ve diyor ki, 8G'de oturan kız eskiden çok tatlı ve iyi bir kızdı; ama o kız bir canavar, iğrenç bir canavar. Mikroplu insan dışkısından başka bir şey değil, ne yapacağını bilmiyor ve yanlış şeye bağlanmaktan korktuğu için hiçbir şeye bağlanmıyor.
"8G'deki kızın kendine inancı yok," diye bağırıyor Marla, "ve yaşlandıkça seçeneklerinin azalmasından korkuyor."
Benim babam hiç üniversiteye gitmemiş olduğundan, benim üniversiteye gitmem çok önemliydi. Üniversite bitince şehirlerarası telefonda ona dedim ki, şimdi ne olacak?
Babamın bir fikri yoktu.
Bir iş bulup yirmi iki yaşına girdiğimde, gene şehirlerarası telefonda ona sordum: Şimdi ne olacak? Babamın bir fikri yoktu; olmadığı için de dedi ki, evlen.
Otuz yaşında bir oğlan çocuğuyum ve bir başka kadının aradığım cevap olduğundan hiç emin değilim.
ben babamı altı sene kadar tanıdım; ama hiçbir şey hatırlamıyorum. Benim babam her altı yılda bir yeni bir şehirde yeni bir aile kurar. Buna aile demek ne derece doğru bilmiyorum; yeni bir şube açar demek belki daha uygun.
Dövüş kulübünde gördüğünüz şey, kadınlar tarafından yetiştirilmiş bir erkekler kuşağıdır.
Eskiden, eve öfkeli döndüğüm ve hayatımın kafamdaki beş yıllık plana uygun gitmediğini fark ettiğim günlerde, evimi temizlemek ya da arabamla uğraşmak bana yeterdi. Günün birinde yüzümde bir tek yara izi olmadan ölecektim ve arkamda harika bir apartman dairesiyle harika bir araba kalacaktı. Öyle böyle değil. gerçekten harika; ta ki toza gömülecekleri ya da yeni mal sahibine geçecekleri güne kadar.
Kapıcı omzuma abanıyor ve diyor ki: "Bugünkü gençlerin çoğu ne istediğini bilmiyor"
Lütfen Tyler, lütfen kurtar beni.
Telefon bir kere daha çalıyor.
"Bu gençler var ya, bütün dünya onların olsun istiyorlar."
İsveç malı mobilyalardan kurtar beni.
İncelikli sanat eserlerinden kurtar.
Telefon bir kere daha çalıyor ve Tyler cevap veriyor.
"Eğer ne istediğini bilmezsen," diyor kapıcı, "bir bakarsın istemediğin bir sürü şeyin olmuş."
Hiçbir zaman tamamlanmış olmayayım, ne olur.
Hiçbir zaman halimden memnun olmayayım.
Hiçbir zaman kusursuz olmayayım.
Kurtar beni, Tyler, kusursuz ve tamamlanmış olmaktan kurtar.
Gerçekten bir bomba olan, hem de büyük bir bomba olan bir şey, zarif Njurunda sehpalarımı havaya uçurmuştu. Kusursuz bir daire oluşturacak biçimde iç içe geçen iki parçadan oluşuyordu; limon çürüğü renginde bir ying ve turuncu bir yang. Ama şimdi kıymıklardan ibaret kalmıştı.
Erika Pekkari imzalı, turuncu yıkanabilir kılıflı Haparanda koltuk takımım da hurdaydı artık.
Bu arada, yuva yapma içgüdülerine tutsak düşen bir tek ben değildim. Eskiden tuvalete porno dergileriyle giren tanıdıklarım, şimdi IKEA mobilya kataloğuyla giriyorlar.
Hepimizde Johanneshov markalı aynı koltuktan var, yeşil çizgili Strinne deseniyle kaplı. Benimki on beş kat yüksekten, alev alev yanarak, fıskiyeli bir havuzun içine düştü.
Hepimizde Rislampa/Har markalı aynı kâğıt lambalardan var, çevre dostu ağartılmamış kâğıttan ve telden yapılma Benimki artık konfeti.
Tuvalette geçirdiğim onca zamandan sonra.
Alle marka çatal-bıçak takımım. Paslanmaz çelikten. Bulaşık makinesine dayanıklı.
Çelik üstüne çinko kaplama Vild marka ayaklı saatim. Tanrım, onu almasam ölürdüm.
Klipsk marka kitap raflarım; evet. Tanrım, evet.
Hemlig marka şapka kutularım. Evet.
Oturduğum gökdelenin dışındaki sokak ışıl ışıl yanıyordu. Bütün bu nesneler sağa sola saçılmıştı.
Mommala marka yama işi yorgan takımım, Tomas Harila imzalı. Aşağıdaki renkleri mevcuttur:
Orkide.
Fuşya.
Kobalt.
Fildişi.
Siyah.
Yumurta kabuğu ya da koyu kırmızı.
Bütün bunları satın almak için ömrümü verdim ben.
Kalix marka sehpalarımın pürüz dokulu cilası, bakımı kolay.
Steg marka zigon sehpalarım.
Mobilya satın alırsınız. Kendinize dersiniz ki, bu hayatım boyunca ihtiyaç duyacağım son kanepe. Kanepeyi alırsınız ve sonraki birkaç yıl boyunca, hangi işiniz ters giderse gitsin, en azından kanepe sorununuzu çözmüş olduğunuzu bilirsiniz. Sonra aradığınız tabak takımı. Sonra hayallerinizdeki yatak. Perdeler. Halılar.
Sonra o güzel yuvanızda kısılıp kalırsınız. Bir zamanlar sahip olduğunuz şeyler artık sizin sahibiniz olur.
İşte bu özgürlüktü. Bütün umutlarınızı kaybetmek özgürlüktü.
Zaman geçtikçe Londra Sefaları’nı bitirme arzusu bile yok oldu. Yine de elyazmasını cebinde taşıyordu; ama bu kendi özel savaşında sadece bir tavır, bir simgeydi. O boş “yazar” olma düşünü çoktan bitirmişti. Sonuçta, bu da bir tür ihtiras değil miydi? Bütün bunlardan uzaklaşmak, bunların altına ulaşmak istiyordu. Aşağı, aşağı! Umudun uzanamayacağı, korkunun uzanamayacağı hayaletler krallığına! Yeraltına, yerin altına! İşte orada olmak istiyordu.
Ne var ki, bir bakıma bu hiç kolay değildi. Bir gece dokuz sıralarında, yırtık pırtık yatak örtüsünü ayaklarına çekmiş, ellerini ısıtmak için başının altına koymuş halde yatağında uzanmıştı. Havagazı sönüktü. Her şeyin üzeri bir parmak tozla kaplıydı. Zambak, bir hafta önce ölmüştü ve saksısında solup gidiyordu. Örtünün altından ayakkabısız bir ayak çıkardı, kaldırdı, baktı. Çorabı delik deşikti – çoraptan çok delik vardı. Demek Gordon Comstock, bir varoş tavan arasında, ayağı çorabından fırlamış, dünyada yalnızca dört penisiyle, gerisinde otuz koca yılı bırakmış ve hiçbir şey, hiçbir şey başarmamış olarak partal bir yatakta uzanmış yatıyordu! Kuşkusuz, şimdi artık çok geçti – öyle miydi? Kuşkusuz, ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar, onu böyle bir delikten çıkaramazlardı... Çamura ulaşmak istemişti – eee, işte bu çamurun ta kendisiydi, öyle değil mi?
Bir yandan da bunların doğru olmadığını biliyordu. O öteki dünya, para ve başarı dünyası, her zaman için garip bir yakınlıktadır. Pisliğe ve sefalete sığınarak ondan kaçamazsın. Rosemary Bay Erskine’in teklifinden söz ettiğinde kızdığı kadar korkmuştu da. Tehlikeyi çok yakınına getirmişti teklif. Bir mektup, bir telefon ve hoop, bu delikten dosdoğru para-dünyasına – dört sterlin haftalığa, çabaya, uyumlu, edepli ve kölece yaşamaya adım atabilirdi. Kötüleşmek, söylendiği kadar kolay değildi. Bazen kurtuluşun seni av köpeği gibi kapar.